Altar Hizmeti

İlk Tapınak döneminden itibaren Yeruşalayim’deki Tapınak’ın mimarisi ve mekânsal organizasyonu, yalnızca ritüel pratikleri yönlendiren bir yapı değil, aynı zamanda ilahiyle kurulan ilişkide hiyerarşik bir yaklaşıma dayalı sembolik bir düzenin mekâna aktarımıydı. Bu bağlamda, Tapınak’ın en mahrem, en ulaşılmaz ve dolayısıyla en kutsal noktası olan Kodesh HaKodashim, yani "En Kutsal Yer", Allah’ın dünyadaki mukim mevcudiyetini temsil eden kutsalın merkezinde konumlanıyordu.  Buraya yalnızca yılda bir kez, kefaret günü olan Yom Kippur'da, halkın günahlarını temsilî olarak üzerine alan ve arınmış bir varlık hâline gelen Kohen Gadol yani Başkâhin girebilirdi. Arınmışlık ve kefaretin zirvesinde bulunan bu şahsiyetin seçimi, rastgele bir tercih değil, hem soy zinciri hem de ahlaki-dini yeterlilikler açısından titizlikle belirlenen bir süreçti. Başkâhin, yalnızca fiziksel olarak değil, ruhen de arınmış olmalıydı; ritüel yıkanmalar, kurban sunuları ve dualarla bezenmiş uzun bir hazırlık sürecinden geçtikten sonra, ellerinde kurban kanı ve buhurla, Allah’ın huzuruna girmeye muktedir hâle gelirdi. Bu karşılaşma, bir insanın mutlak Kutsal’la kurabileceği en dolaysız, en tehlikeli ve aynı zamanda en dönüştürücü temastı. Ancak bu mekâna erişimin sınırlı olması yalnızca bir ritüel kural değil, aynı zamanda kutsal olanın doğası gereği korunaklı kalmasının zorunlu sonucuydu. Herhangi bir kişi, yeterli hazırlık ve yetkilendirme olmadan bu mekâna girerse, bu davranış, kozmik düzene bir saldırı anlamı taşıyabilir ve ölümle sonuçlanabilirdi.
 
Kodesh HaKodashim’e çıkan yalnızca Başkâhin değil, nadiren de olsa onun yardımcıları ya da Tapınak görevlilerinden biri olmuşsa – örneğin fiziksel temizlik, onarım ya da acil bir durum nedeniyle – bu kişilerin de ritüel temizlik, ruhsal hazırlık ve titiz bir seçme süzgecinden geçmiş olmaları beklenirdi. Bu tür görevlilerin soyca Levililerden gelmeleri, törenle kutsanmış olmaları ve adım attıkları her alanı Allah’ın mekânı bilerek hareket etmeleri zorunluydu.
Bu anlayışın Hristiyanlıktaki devamı ise özellikle Katolik Kilise'nin iç mekân organizasyonunda ve litürjik düzeninde gözlemlenebilir. Katolik geleneğin tarihsel gelişimi içinde, bu tapınaksal anlayışın izleri tamamen silinmemiş, aksine sembolik ve işlevsel olarak dönüştürülerek yeni formlar içinde yaşatılmıştır. Nitekim günümüzde herhangi bir Katolik Kilise’nin iç mekânına adım atıldığında, merkezi eksen boyunca ilerleyen hiyerarşik bir kutsallık derecelendirmesi göze çarpar: Narteks, nef, koridorlar ve nihayetinde apsiste son bulan bu mimari yolculuk, esasen insanın Allah’a doğru ilerlemesini temsil eden bir ruhsal geçiş olarak okunabilir. İşte bu apsisin tam merkezinde yer alan Altar ile onun hemen ardında konumlandırılan ve kutsanmış ekmeğin, yani Mesih’in varlığını temsil eden Corpus Christi’nin muhafaza edildiği Tabernakl, Katolik litürjisinin metafizik çekirdeğini oluşturur. Her kilisede Allah’ın meskeni olarak kabul edilen altar apsisi, en yüksek kutsallık derecesine sahip mekândır ve burada yer alan Tabernakl, Mesih’in bedeni olan kutsanmış ekmeği saklar. Bu bölgeye çıkan başlıca figür rahiptir; fakat ayin esnasında ona hizmet eden diyakonlar, altar hizmetkârları ve bazen de özel görevliler (Extraordinary Eucharistic Ministries) bu kutsal alana girerken tıpkı Tapınak’taki Levililerin gösterdiği titizlikle hareket etmek zorundadırlar.
 
Litürjik giysiler, bu ayrımı görsel olarak da ortaya koyar. Yahudi geleneğinde Başkâhin’in giydiği özel giysiler – efod, göğüs zırhı (hoshen), zillerle donatılmış mavi cüppe – onun hem seçilmişliğini hem de Tanrı’nın önünde taşıdığı temsilî gücü simgelerdi. Katolik rahip ise altar apsisine çıkarken Chasuble ya da Cope (Roma Riti için) ya da Felonion (Bizans riti için) giyer; bu giysi, rahibin artık kendi şahsında değil, Mesih’in şahsında (in persona Christi) hareket ettiğini göstermek üzere sembolik olarak onu örter. Aynı zamanda altar hizmetinde bulunan herkesin, özel ayin giysileriyle donanmış ve ruhsal hazırlıktan geçmiş olması litürjinin doğasına içkin bir zorunluluktur.
Bizans Riti, bu açıdan oldukça zengin ve sembolik bir mimari ve ikonografik yapı sunar. Doğu Kiliseleri’nde altar bölgesi, ikonostasis adı verilen bir ikon duvarı ile cemaatten ayrılır; bu duvar, bir yandan Allah’ın erişilmezliğini simgelerken, bir yandan da ikonlar aracılığıyla göksel gerçekliğe bir pencere açar. İkonostasis’te yer alan “Kraliyet Kapısı” (Beautiful Gate), yalnızca episkopos veya rahibin ve bazı durumlarda diyakonun geçebileceği, özel bir kutsiyetle çevrelenmiş bir giriş kapısıdır. Aynı Kodesh HaKodashim’in örtüsü olan perde gibi, bu kapı da ayin sırasında açıldığında, cemaate Allah’ın gizeminin bir anlığına ifşa edildiği kabul edilir.
Bu iki gelenek arasındaki korelasyon, yalnızca mekânsal veya kişisel değil, aynı zamanda ikonografik ve anlatımsal düzeyde de yoğunlaşır. Yeruşalayim Tapınağı’nda Ahit Sandığı’nın üzerinde yer alan ve Tanrı’nın huzurunu sembolize eden keruvim heykelleri, Katolik ve Ortodoks altarlarının arkasında yer alan ikonlarla aynı görevi görür. Örneğin Batı geleneğinde altarın arkasına yerleştirilen “Majestas Domini” ya da “Pantokrator” figürleri, Tanrı’nın hükümran mevcudiyetini göz önüne sererken, Bizans ikonografisinde bu tasvir doğrudan kubbeye yerleştirilerek mekânın yukarısında bir ilahi gözlem alanı yaratır.
 
Buradaki korelasyon, yalnızca mekânsal bir benzerlikten de ibaret değildir; her iki durumda da Tanrısal Mevcudiyet’in dünya üzerindeki temsili, belirli bir mimari merkezde yoğunlaştırılmış ve insanın doğrudan temasına kapatılmıştır. Tıpkı Kodesh HaKodashim’in yalnızca Başkâhin tarafından erişilebilmesi gibi, Tabernakl da belirli litürjik kurallar çerçevesinde, yetkilendirilmiş din adamlarınca açılır ve dokunulur. Bu noktada dikkat çekici olan, Yahudi Tapınağı'ndaki Ahit Sandığı’nın içerdiği Musa'nın levhaları ile Katolik Tabernakl’ında muhafaza edilen kutsanmış ekmek arasındaki teofanik anlam örtüşmesidir: Her ikisi de Allah’ın insanla yaptığı antlaşmanın, onun görünmeyen ama hissedilen varlığının maddi bir temsili olarak kabul görür.
Ayrıca her iki gelenekte de, bu kutsal mekânlara ilişkin fiziksel mesafe, aslında ruhsal mesafenin ifadesidir. Allah’a en yakın olan yere erişim, fiziksel bir yaklaşmadan çok, içsel bir dönüşümün ve temsilî bir seçilmişliğin sonucudur. Bu sebeple, altar apsisine ya da Kodesh HaKodashim’e hangi sebeple olursa olsun herhangi biri çıkamaz; çıkan her birey, adeta bir ruhsal filtreleme süzgecinden geçirilmiş, Allah’ın huzuruna çıkmaya layık görülmüş bir litürjik aracıdır.
 
Sonuç olarak binlerce yıllık tarihsel kopuşlara rağmen, Kodesh HaKodashim ve Altar Apsisi aynı arketipsel görevi üstlenmiştir; Allah’ın mevcudiyetinin mekânla temsil edildiği kutsal merkez olmak... Ve bu merkeze erişim, daima titizlikle belirlenmiş kişilerce, özel hazırlıklarla ve sembollerle donanarak gerçekleştirilmiştir. Çünkü kutsalın en iç kısmına yönelen adım, sıradanlıktan arınmayı, dünyeviliği terk etmeyi ve ilahi olanla, onun emanet edildiği mekânda yüzleşmeyi gerektirir.